Yakın Doğu Üniversitesi, Yakın Doğu Enstitüsü Türkiye
Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını analiz etmeye devam ediyor. YDE Müdür
Yardımcısı Erhan Ayaz, Türkiye Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Avrupa Birliği ile ilişkilerde izlenecek olası politikalarının analizini yaptı.
Yakın Doğu Üniversitesi, Lefkoşa (Near East University,
Nicosia) Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Müdürlüğü'nden yapılan açıklamaya
göre, Yakın Doğu Enstitüsü Müdür Yardımcısı Erhan Ayaz Türkiye’de
gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhurbaşkanı olarak seçilen
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Avrupa Birliği ile ilişkilerde izlenecek
olası politikaları analiz ederek aşağıdaki değerlendirmeyi yaptı:
Cumhurbaşkanlığı Seçimi Sonrası Türkiye-Avrupa Birliği
İlişkileri İvme Kazanmalı
"Türkiye tarihinin halkın oylarıyla seçilen ilk
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında
adayların dış politika vaatleri genelde Yakın Doğu coğrafyası üzerinden
şekillendi. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri dış politika
anlamında kısıtlı olsa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz 12 yılda çizdiği
siyasi profil kendisinin önceki Cumhurbaşkanlarına göre farklı bir yapıya, daha
aktif şekilde dış politika karar alma süreçlerine dahil olacağı söylenebilir.
Her ne kadar bu karar alma süreçlerine doğrudan bir etki Anayasal olarak söz
konusu olmasa da, Türkiye dış politikasının yol haritasının halkın oyuyla
seçilmiş Cumhurbaşkanı olan Erdoğan tarafından belirleneceği ifade edilebilir.
Konuyla ilgili medyada çıkan son haberlere göz gezdirdiğimizde Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın dış politika danışmanlarını kendisiyle birlikte Cumhurbaşkanlığı
Köşkü’ne götürme olasılığını görüyoruz ki bu yukarıda bahsi geçen analizle
paralellik arz ediyor. Ayrıca yeni kabinede Dışişleri Bakanı olarak Prof. Dr.
Ahmet Davutoğlu’nun bakan olarak devam edeceği ya da diğer olasılıklar
içerisinde kimin Dışişleri Bakanı olacağı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politika
anlamında çizdiği yol haritası hakkında bizlere büyük ipuçları vereceğini iddia
edebilmek mümkün.
Türkiye gibi dış politika meselelerinin iç siyasette bolca
kullanılır olduğu bir ülkede seçim
kampanyaları sırasında Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin adayların
gündeminde olmadığını görmekteyiz. Aslında genel anlamda 2007 yılından bu yana
Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri hem dış politika yapıcıları hem de kamuoyu
nezdinde popülerliğini yitirmiş durumda idi. AKP’nin 2002-2010 yılları
arasındaki dış politika vizyonu AB ile müzakerelere başlayan, bunun
gerçekleşebilmesi ve nihai hedef olan tam üyeliğe ulaşabilmek için gerekli
siyasi, iktisadi ve hukuki reformları
demokratikleşme adına gerçekleştiren bir vizyon olduğunu söyleyebiliriz.
Üstelik, Batının 11 Eylül’den sonra kuşkuyla baktığı siyasal İslam geleneğinden
gelen bir parti olarak AKP’nin bu adımları gerçekleştirmesi hem ülke içinde hem
de Batı dünyasında büyük heyecan uyandırmıştı. Özelikle gerçekleştirilen
açılımlar ve demokratikleşme adımlarının ardındaki motive edici güç AB
müzakereleri ve tam üyelik hedefiydi. Bu bağlamda geçtiğimiz yıllarda Kürt
Sorunu, Ermeni meselesi ve Kıbrıs Sorunu gibi Türkiye’nin tarihi meseleleri
üzerine AKP tarafından çok cesur adımlar atıldığını gördük. Tam bu noktada
değinmekte yarar var ki 2011 yılında Tunus’ta başlayan ve Arap Baharı olarak
literatüre geçmiş olan Yakın Doğu’daki değişim ve dönüşüm geçiren Arap otoriter rejimlerin takip edebileceği
bir “Türkiye Modeli”nin AB sürecinin etkisiyle oluşmuş olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin sadece Yakın Doğu’daki konumu değil bütün uluslararası ilişkiler
sistematiği içerisindeki konumu AB ile olan ilişkilerinden olumlu
etkilenmektedir. Bu doğrultuda seçimin hemen ardından Başbakan Başdanışmanı
Yiğit Bulut’un Star Gazetesi’ndeki köşesindeki yazısında “gerekirse Avrupa ile
yollar ayrılmalı” cümlesini not etmekte fayda var.
Türkiye ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan ve bölgesel konumu
itibariyle Avrupa için kolay vazgeçilebilecek bir ülke değil. Fakat aynı durum
belki fazlasıyla Türkiye içinde geçerli. Türkiye ile AB arasındaki ticaret
hacmi yıllık 130 milyar dolar civarındadır ki Türkiye’nin son yıllarda siyasi
ve iktisadi aklını yoğunlaştırdığı Yakın Doğu coğrafyasında yaşanan son
krizlerle birlikte Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin en önemli ticari ortağı
olmayı alternatifsiz şekilde sürdüreceğini iddia edebiliriz. Sosyal ve siyasal
getirisi bir yana salt ticari açıdan konuyu ele alsak dahi Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ni kaybetmemesi gerekir. İç siyaset açısından Türkiye’nin içinde
bulunduğu kutuplaşmadan sıyrılabilmesi için siyasal, sosyal ve kültürel anlamda
hızla Avrupa Birliği sürecine yönelmesi gerektiği söylenebilir. Aynı gerçeklik kuşkusuz dış politikamız
içinde geçerlidir. Yakın Doğu coğrafyasında yaşanan krizlerin içindeki
sıkışmışlığa ve krizlerin çözümüne AB’nin normatif gücünü araçsallaştırarak bir
nevi kazan-kazan siyaseti tercih edilmesinin Türkiye için daha faydalı sonuçlar
doğuracağı ortadadır. Bu açıdan şu ana kadar bir müzakere başlığını kapatılabildiği
ve sadece 14 başlığın da açılabildiği müzakere sürecine gerekli önem
gösterilmelidir. Son yıllarda Türkiye’de düşen AB üyeliğine destek Gezi
sürecinin öncesinde ve sonrasında yaşanan demokratikleşme adına yapılan
reformlardaki yavaşlamayla yeterli olmasa da yeniden yükseliş eğilimine
girmiştir. Washington merkezli PEW araştırma merkezinin 29 Temmuz tarihinde
duyurduğu son araştırmasında Türkiye nüfusun %53’ü AB’ye katılımı desteklerken,
% 37’lik kısmı AB üyeliğine karşıdır.
Bölgesel gelişmelerin ışığında AB’nin ve Türkiye’nin içinde bulundukları
siyasi atmosferde Türkiye-AB ortaklılığının gerekliliği ortadadır. AB ülkeleri
Türkiye’deki seçimleri dikkatlice takip etti, Barroso ve üye ülkelerden tebrik
mesajları geldi. Bu atmosferde yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin dış
politika konsantrasyonunu AB’ye doğru döndürmesinin genel anlamda bölgenin ve
Türkiye’nin istikrarına büyük katkı sunacağı ifade edilebilir. Suriye ve
Irak’ta yaşanan son gelişmelerin ardından artık sadece bir iç mesele olmaktan
çıkarak bölgesel bir hal alan Kürt Sorunu ve Kıbrıs Sorunu gibi çözüm bekleyen
meselelerin çözümü ancak AB’nin yörüngesinde kalarak sağlanabilir. Ayrıca
Türkiye’de sistemin otoriterleşme eğiliminde olduğu kaygılarına sahip
vatandaşlar da AB yörüngesinde kalan ve ilerleyen Türkiye sayesinde bu
kaygılarından kurtulabileceklerdir. Kısaca daha demokratik ve dinamik bir
Türkiye için AB’nin en önemli itici güç olmayı sürdüreceğini
söyleyebiliriz"