Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon, Sinema Bölümü Öğretim Üyesi ve Göç Araştırmaları Derneği (GAR) Üyesi Doç. Dr. Özgür İlke Şanlıer Yüksel, Gazette Gazetesi muhabirlerinden Ramazan İlın’a göç ve mülteci konuları hakkında önemli bilgiler verdi. Türkiye’deki mülteci sorununun politik bir sorun olduğunu belirten Yüksel, ‘’Ülke olarak mülteciler konusunda maalesef yeterli politikalar üretemedik. Bugün de içinde bulunduğumuz tartışma, içinde bulunduğumuz politik kriz tam da bundan kaynaklanıyor. Mülteci sorunu siyasete araçsallaşmış durumda. Sığınmacılar konusunda ne yazık ki geldiğimiz nokta bu’’ dedi.
İşte
Doç. Dr. Yüksel ile gerçekleştirdiğimiz o keyifli röportaj;
Doç. Dr.
Özgür İlke Şanlıer Yüksel kimdir?
Ben, Çukurova
Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü'nde öğretim
üyesi olarak çalışıyorum. Özellikle göç ve iletişimin kesiştiği alanda
araştırmalar yapıyorum. Sinema tarihi, yerel sinema tarihi üzerine çalışıyorum
ve Adana'daki tarihsel olarak sinema mekanları ve sinema seyir deneyimi üzerine
çalışıyorum. Burada aynı zamanda Çukurova Üniversitesi’nde 2019 yılında
kurduğumuz Göç ve Kalkınma Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü
görevini yürütüyorum. Meslektaşlarımla beraber öğrenciler yetiştiriyoruz ve
araştırmalar yapıyoruz. Kendim ile ilgili bunları söyleyebilirim.
Göç ve
Kalkınma Çalışmaları Merkezinin faaliyetleri nelerdir?
Çukurova Üniversitesi
Göç ve Kalkınma Araştırmaları Merkezi’nde özellikle araştırma odaklı çalışmalar
yürütüyoruz. Adana'daki göçmenlerin profili üzerine yaşadıkları sorunlar ve hem
göçmenlerin hem de yerel toplulukların birbirleriyle etkileşimi üzerine
araştırmalar yapıp bunları yayınlıyoruz.
Amerika’da
yaptığınız doktora tezinizden bahseder misiniz?
Doktora tezi
çalışmamı 2008 yılında tamamladım. Doktora tezimin araştırmasını 2005-2006
yılları arasında yaptım. O dönemden bu zamana çokça yıllar geçti. O dönemde
Türkiye'den ABD'ye göç eden, özellikle New York ve New Jersey eyaletlerinde
yaşayan göçmenlerle ve onların gündelik yaşamlarındaki medya kullanımları
üzerine ve bunların hem ulusal etnik kimlikleri hem de göçmen kimlikleri ile
olan ilişkisi üzerine bir çalışma yapmıştım. Bu çalışmada göçmenlerin özellikle
Türkiye'den göç edenlerin gazete okuma alışkanlıkları, televizyon izleme ve
interneti kullanma pratikleri üzerine çalışmalar yürütmüştüm.
Siz aynı
zamanda Göç Araştırmaları Derneği (GAR) üyesisiniz. Göç Araştırma Derneği ne
zaman kuruldu ve faaliyetleri neler?
Göç Araştırmaları
Derneği, 2017 yılında kuruldu. O dönemden beri dünyada ve Türkiye'de göç
alanında çalışan araştırmacıların kendilerini destekleyen, bir dayanışma içinde
olmalarını sağlayan ve araştırma faaliyetlerinin yürütülmesinde bir ağ görevi
gören bir dernek. Ben de bu derneğe kurulduğundan beri üyeyim. Dernek
faaliyetleri arasında araştırmalar yürütmek, o araştırmaları yayınlamak,
uluslararası ya da ulusal düzeyde paneller-konferanslar gibi etkinlikler
düzenlemek, genç araştırmacıları desteklemek gibi faaliyetler sayılabilir. Derneğimiz,
kurulduğundan beri 5 yıldır çalışmalarını yoğun bir şekilde sürdürüyor. Göç
Araştırmalar Derneği, bir taraftan da ülkedeki göç alanında yaşanan meseleleri
dert eden insanları bir araya getirdiği için oldukça önemli bir yuva diye
değerlendirebilirim.
Türk
hükümetinin göçmenler konusundaki tutumu ve politikası nedir?
Türkiye her zaman
bir göç ülkesi olmuş. Türkiye göç hareketliliklerin ve insan hareketlerinin tam
merkezinde olmuş ülkelerden biri. Türkiye, kurulduğundan beri ve öncesinde de
hem Türkiye'den sınırları dışına hem sınırlar içine sıklıkla göç almış. Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğundan beri öncesinde de ama bir taraftan da kendi sınırları
içerisinde de çeşitli göç hareketlerinin, farklı dönemlerde ve farklı türlerde
göç hareketlerine de tanıklık etmiş bir ülke. Dolayısıyla göçle hemhal olmuş
göçte şekillenmiş bir ülke. Pek çok kenti de öyle. Adana da bu kentlerden biri.
Adana aslında kurulduğundan beri yoğun göçmen nüfusunu barındıran, göçle
şekillenmiş bir kent. Yani mülteciler konusu Türkiye’nin sadece bugünkü konusu
değil. Mülteci konusu 2011 yılında başladı ve 2012 yılında beri gündemde. On
yılı aşan bir süre oldu. Türkiye'nin gündeminde olması da doğal. Çünkü hep
birlikte bununla yaşıyoruz. Göçmenlerle birlikte yaşıyoruz. Dolayısıyla
gündemin ilk sırasında yer alıyor. Gündemin ilk sırasında yer almasının en
önemli sebebinin aslında sadece sığınma hareketi değil. Türkiye'nin içinde
bulunduğu yapısal sorunlar olduğunu da görmek lazım. En önemli etkenlerden biri
de ekonomik sorunlar ve siyasal krizler. Aslında mülteci sorununa gündemde ilk
sırada diyoruz ama ilk sırada ekonomik, siyasal ve yapısal sorunların olduğunu
görmemiz ve bütün bu sorunlarla ilişkilendirildiği için göç meselesinin bir
gündemi olduğunu söylememiz lazım. Türk hükümeti, 1951 yılında imzalanan
Cenevre Sözleşmesine göre, 2011'den itibaren Suriyeli göçmenlere karşı açık
kapı politikası uyguladı. Suriye'de başlayan savaş ardından bu politikayı
uygulamak zorundaydı. Dolayısıyla 2014'e kadar da bu açık politikasını
uyguladı. 2014 yılına kadar yabancılar, Uluslararası Koruma Kanunu çıkana
kadar, sığınmacılar misafir olarak kabul edildiler. Herhangi bir yasal
statüleri yoktu ve 2014 yılında yasa çıktıktan sonra yasanın belirlediği
sınırları koyduğu şekilde ve ardından çıkan geçici koruma yönetmeliği ile
birlikte geçici koruma statüsü altında Türkiye'de barınmaya devam ettiler.
Ancak bu statü çok sayıda sığınmacının Türkiye'de nitelikli yaşamasını
sağlayamadı. Bu yüzden pek çok göçmen, 2015 yılında Ege Denizi üzerinden
Avrupa'ya geçiş yapmaya çalıştılar. Özellikle o dönemde çok fazla ölümlü
vakayla ve trajediyle dolu bir süreç yaşandı. Bu sürecin sonunda 2016 yılında
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında bir mutabakat imzalandı. Bu mutabakat
kapsamında birebir denilen bir göçmenin her Avrupa'ya geçen düzensiz göçmeni geri
gönderme anlaşması yapıldı. Avrupa'ya geçen düzensiz göçmene karşılık
Türkiye'ye geri iade edilecekti. Bu duruma karşılık da Avrupa bir sığınmacıyı
alacaktı. Bu mutabakat kapsamında Türkiye'ye geçici koruma altında bulunan
Suriyeli sığınmacılar için önce 3 milyar Euro, ardından da birkaç sene sonra
bir başka 3 milyar Euro olmak üzere bir fon üretildi. Toplam bu 6 Milyar Euro’luk
fon. Türkiye'de sığınmacılar öncelikle Suriyeliler olmak üzere ardından diğer
uluslararası koruma altındaki diğer uyruklu göçmenlerle ve bir kısmı da Türkiye
vatandaşları için kullanılmaya devam etti. Türk hükümeti, açık kapı
politikasını uygulamak zorundaydı ama ne yazık ki hükümet bu politikayı
uygularken uzun erimli planlar yapmadan ve hamasi bir siyasi bağlam içerisine
yerleştirerek göçmenleri sığınmacıları iyi bir planlama yapmadan, iyi kayıt sistemleri
oluşturmadan, öngörülü davranmadan ve proaktif davranmadan birtakım politikalar
ürettiği ya da eylemler gerçekleştirdi. Bugün de içinde bulunduğumuz tartışma,
içinde bulunduğumuz politik kriz tam da bundan kaynaklanıyor. Sığınmacılara
yönelik ve sığınmacıların geleceğine yönelik açık şeffaf politikalar
üretilemediği için hükümet, bir taraftan da siyasi muhalefetin de buna karşı
her düzeyde yani gayet ırkçı düzeyde de muhalefeti görüyoruz. Dolayısıyla
mülteci sorunu siyasete araçsallaşmış durumda. Sığınmacılar konusunda ne yazık
ki geldiğimiz nokta bu durumda.
Türk
toplumunun göçmenler konusundaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu mesele sadece Türkiye’ye
özgü bir mesele değil. Dünyanın her tarafında kapsayıcı toplum olabilmek çok
kolay bir şey değil. 19. ve 20. Yüzyılda emek ve insan hareketliliğinin bir
sonucu olarak kısıtlı kaynakların paylaşılması meselesinde ve ulus devletin
sınırlarının içerisinde tekil homojen toplumlar yaratma politikasının bir
sonucu olarak, dışarıdan gelenleri öteki olarak görmeye devam eden bir anlayış
her yerde hakim. Türkiye de bunlardan ayrı değil. Türkiye’de de benzer bir
mesele devam ediyor. Elbette ki kolay değil. Bunu kabul ediyorum ama bir
taraftan da özellikle sosyal medya ve geleneksel medyada hala ayrımcı dilin, ötekileştirici
dilin hedef gösteren dilin yeniden üretildiğini görüyoruz. İş, mekansal ve eğitim
kurumları gibi bu kaynakları paylaşıyorlar. Dolayısıyla gündelik olarak bir
arada olma halinde çatışmaya doğru giden bir süreç var. Bu çatışmayı körükleyen
de politik hamasetin olduğunu düşünüyorum. Politik hamaset, çatışmayı
körüklemiş ve gündelik dile de inanılmaz derecede yansımış durumda. Bu hakikat
sonrası dönemde pek çok mesele neyin gerçek neyin gerçek olmadığı
tartışmasından çıkmış. İşte, ‘’Suriyeliler devletten maaş alıyorlar’’, ‘’Onlara
ev veriliyor’’, ‘’Sınava girmeden üniversitede okuyorlar’’ gibi yanlışların
üzerine kurulu ve bunların da gerçekmiş gibi kabul edildiği söylemlerle bu
sorunlar daha da büyüyor.
Türk
medyasının göçmenler konusunda tutumu ve topluma nasıl yansıyor?
Türk medyasında iyi
örnekler var ama ne yazık ki ayrıştırıcı ve ayrımcı dili üreten medya daha
fazla. Örneğin haber niteliği taşıyan bir hırsızlık olayı olduğunda, ‘’Bir
Türk, bir Türk’ün evini soydu’’ diye yazılmıyor ama ‘’Bir Suriyeli Bir Türk’ün
evini soydu’’ diye yazılabiliyor. Dolayısıyla bir suç eylemi, bütün bir
topluluğa atfedilir hale geliyor. İyi örneklerin olduğu haberlerin de çok düşük
olduğunu görüyoruz. Pek çok araştırma, bu durumu ve söylemi bize gösteriyor. Başta
Suriyeliler olmak üzere uluslararası koruma altındaki diğer düzensiz veya
düzenli göçmenin de başarı ve iyiliklerinin haber yapılmadığını, tam tersine
kriminize edildiklerini görüyoruz. Daha çok göçmenlerin suçlarına yönelik
haberler yapılıyor. Dolayısıyla medyamızın da bu konuda çok iyi bir sınav verdiğini
söyleyemeyeceğim.
Amerika’daki
Türk göçmenleri ile Suriye göçmenleri arasındaki ilişki nasıldır?
Elbette arasında
benzerlikler var. Çünkü bu sadece bu bölgeye, topraklara, coğrafyaya has bir
durum değil. Tüm göçmenler gittikleri ülkelerde genel olarak kendi ağlarına,
kendi kültürlerini, bağlarına, aidiyetlerini ve bağlarını devam ettirmeye
çalışırlar. Mesela Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş insanlar ‘’Küçük İstanbul’’
dedikleri Kreuzberg’de hala İstanbul’da veya Türkiye’deki gibi yaşıyorlar. Yani
benzer özellikleri biz burada da görüyoruz. Suriye’den gelenlerin Halep’teki
gibi yaşamaya devam ettiklerini görüyoruz. Bu, çok inanılmaz ya da yeni bir
durum değil. On yıllardır göç süresince deneyimlediğimiz bir durumdur. Üstelik
buradan Amerika’ya göç eden insanlar, zorla evlerinden edilmiş değil. En
azından benim araştırma yaptığım grup; kendi tercihleriyle, büyük çoğunluğu
ekonomik gerekçe ile bir emek göçü bağlamında hareket etmiş göçmenlerdi. Oysaki
Suriye’den gelenlerin zorla yerinden edildiklerini biliyoruz. Türkiye’de Suriye
göçmenlerinin geçici koruma altında olduklarını biliyoruz. Dolayısıyla bu temel
fark bile olmasına rağmen karşılaştırırken benzer bağların aidiyetlerini devam
ettirilmesi durumunun olduğunu söyleyebiliriz, Çok anlaşılabilir bir durum.
Türkiye
göçmenler konusunu nasıl çözümleyebilir ve yaklaşımı nasıl olmalı?
Elimizde bir göç,
göçmen ve sığınmacı mülteci olgusu var. Bu olguyla, insan haklarına uygun,
insan onuruna yaraşır şekilde ne yapacağız? Bu meselesinin tüm tarafların bir araya
gelerek değerlendirmesi gerekiyor. Suriye’de çatışmalar, mücadeleler ve siyasi
sorunlar devam ediyor. Bunlar devam ederken toplu olarak geri dönme ihtimalleri
olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir şey olmayacak. Bunun bir kere kabul edilmesi
lazım. Dolayısıyla büyük topluluklar burada kalmaya devam edecek. Büyük bir nüfus
burada kalmaya devam edecek. Bu nüfusun Türkiye’deki yerel nüfusla
topluluklarla birlikte nasıl yaşayabileceğini üzerine kafa yorulması,
kaynakların buralara aktarılması gerekiyor. Özellikle yerel yönetimlerin
desteklenmesi çok önemli. Çünkü günün sonunda yerel yönetimler meselesi haline
gelmiş durumda. Kaynakların yeni nesle, çocuklara aktarılması ve onlar için
kullanılması gerekiyor ki kayıp nesiller olmasın.
Avrupa
Birliği, Suriye ve Ukrayna göçmenlerine neden farklı davranıyor?
Avrupa merkezli
bakış açısı, Avrupa merkezli tarihselleştirme, Avrupa merkezli düşünce, Avrupa
merkezli güç ilişkileri kurma, pozisyonlar alma ve Avrupa’nın dışsallaştırma
politikasıyla Avrupa’nın sınırı olarak tanımladığı, o sınırın içinde olmayan,
dışarıdan olan unsurları içine almak istemiyor. Dışarıda tutmak istiyor. Avrupa’dan
olmadıkları, Ortadoğulu veya Asyalı oldukları için içlerine almak istemediler.
Dolaysıyla çok net bir dışsallaştırma politikası uyguladılar. Fakat kendi
sınırları içerisinde görevli olarak tanımladıkları Ukraynalı mültecileri kabul
ettiler. Avrupa da tıpkı Türkiye’nin Suriyeli mültecilere uyguladığı açık kapı
politikasını uygulamak zorunda. Çünkü Avrupa da 1951 yılında imzalanan Cenevre
Sözleşmesi’ne imza attı. Dolayısıyla uygulamak zorundaydı. Kapıları açtılar. Tıpkı
Türkiye’nin Suriyelilere geçici koruma uyguladığı gibi Avrupa Birliği de bir
geçici koruma yönetmeliği yayınlayarak şu anda Ukraynalılara mülteci statüsü vermedi.
Geçici koruma statüsü altında onları barındırıyor. Şu anda Avrupa Birliği
ülkelerinde politikacılar, araştırmacılar vb. tüm aktörler yoğun bir şekilde
çalışma yapıyorlar. Sürekli bu geçici korunma sistemi nasıl olacak, nasıl
ilerleyecek, bu durum nereye gidecek gibi çalışmalar yapıyorlar. Geleceğe dönük
politikalar oluşturmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin belki de yapmakta zorlandığı
meselelere kafa yoruyorlar. Avrupa’daki ülkeler daha hareketliliğin başladığı sığınma
hareketlerinin başladığı ikinci ayda bunu konuşup bundan sonra ne yapacağız
gibi politikalar üretmeye çalışıyor ama Türkiye bunu yapmadı. Avrupa’nın iki
yüzlü davrandığı konusunda hiçbir şüphe yok. Araştırmacılar açısından da yok.
Kendi sınırlarını kendi kimliğine yakın hissettiği toplulukları içeren ama o
kimliğin dışında gördüğü toplulukların dışarıda tutmaya çalışan bir politikayı
uyguluyorlar.
Sizce neden
Türk Toplumu Ukrayna göçmenlerine daha iyi niyetli ve sıcak bakıyorlar?
Cinsiyetçi bakış
açısının çok ciddi problemleri olduğunu düşünüyorum. Bir kere Ukrayna'daki
savaşla Suriye’deki savaşı karşılaştırmak doğru değil. Çünkü Suriye’de kimin
kiminle savaştığı, hangi toplulukların, kime, hangi çalışan topluluğu, hangi
gruba ait olduğu, hangi politikanın parçası olduğunu kestirmek mümkün değildi.
Dolayısıyla ulusal bir kurtuluş savaşı yoktu. Suriye’de hala yok. Bir insan
erkek ya da kadın hangi tarafta savaşacak? Bir tarafta bir abisi diğer tarafta
başka bir abisi karşılıklı savaşıyorlar, bunun neresinde savaşacak? Her insanın
savaşmak istemeyip yaşamı istemesi, yaşamayı tercih etmesi bir insan hakkıdır. Bu
bir insan hakkıdır. Erkek göç etmiş, kadın göç etmiş, ayrımını yapmanın ciddi
anlamda sorunlu bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.
Peki, Göç
ve Kalkınma Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin gelecekteki
faaliyetleri neler olacak?
Önümüzdeki yıllar
içerisinde Göç ve Kalkınma Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi kapsamında
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile birlikte, özellikle
üniversitemizdeki sığınmacı ve geçici koruma altındaki uluslararası koruma
altındaki yabancı öğrencilerle ve uluslararası öğrencilerle birlikte, üniversite
içerisinde uyumun entegrasyonun işbirliğinin, dayanışmanın bir arada yaşama,
iyi olma halini herkes için iyi olma halinin sürdürülebileceği çeşitli
aktiviteler projeler yürütmeyi hedefliyoruz. Sadece uluslararası öğrencilerin değil,
vatandaş olan özellikle üniversiteden ayrılırken mezun olduktan sonra iş
bulabilme şansları arttırabilecek çeşitli mekanizmalar araçlar üretmek
istiyoruz. Biraz önce söylediğim gibi finansal kaynakların genç nesiller için
ama sadece göçmenler değil aynı zamanda yurttaşlar için de kullanılacak projeler
ve çalışmalar yürütülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Çalışmalarımızı yürütmeye
devam edeceğiz.
Son olarak
eklemek istedikleriniz nelerdir?
Göç bir mesele
değil, göç bir toplumsal olgudur. Hepimiz göçmeniz, hepimiz bir yerden bir yere
gitmişiz. Biz kendimiz değilse bile ebeveynlerimiz veya onların ebeveynleri
gitmiştir. Muhtemelen hayatımızda bir yerden bir yere gitme ihtimalimiz olacak.
Göç etmek zaman zaman insanların kendi istekleriyle olmak üzere çoğunlukla
zorunlu olarak gerçekleşen bir olgu. Örneğin hekimlerin Avrupa’ya gidişi ya da yüksek
nitelikli üniversite mezunlarının, yüksek nitelikli çalışanların Avrupa’ya
gitmeye çalışması gibi meseleler var. Bu emek göçünün de aslında buradaki
ekonomik ve politik kriz nedeniyle gerçekleştiğini görüyoruz. Dolayısıyla
hepimizin birer göçmen olduğunu hatırlatmakta fayda var.